Selamlar! Bugün sizlerle rafımdaki en kıymetli kitaplardan birini, Jane Austen’ın o muhteşem eseri “Akıl ve Tutku”yu (Sense and Sensibility) konuşmak istiyorum. Biliyorum, adı bile “Aman, klasik! Ağır mıdır acaba?” dedirtebilir. Ama inanın bana, bu kitap günümüzün en popüler kişisel gelişim kitaplarından veya romantik komedilerinden çok daha fazlasını, çok daha derinini anlatıyor.
Çünkü “Akıl ve Tutku”, hepimizin hayatı boyunca en az bir kez (genellikle de onlarca kez) sıkışıp kaldığı o temel ikilemi merkezine alıyor: Kararlarımızı verirken kalbimizi mi dinlemeliyiz, yoksa mantığımızın sesine mi kulak vermeliyiz?
Bu kitabı okurken elimde kalem, sürekli altını çizdiğim yerlerde durup düşündüm: “Peki ben burada olsaydım ne yapardım? Ben Elinor muyum, yoksa Marianne mi?”
İki Kız Kardeş, İki Farklı Dünya: Akıl ve Tutku
Kitap, 1800’lerin başında İngiltere’de geçiyor. Babalarının vefatından sonra (o dönemin adaletsiz miras yasaları yüzünden) tüm varlıklarını kaybedip küçük bir kulübeye taşınmak zorunda kalan Dashwood ailesinin üç kız kardeşine odaklanıyoruz. Ama asıl hikaye, iki büyük kız kardeş olan Elinor ve Marianne etrafında dönüyor.
Bu iki kız kardeş, bir elmanın iki yarısı değil, adeta iki zıt kutup.
Elinor Dashwood (Yani “Akıl”): Büyük kardeş. Mantıklı, sağduyulu, kontrollü. Aşk acısı çektiğinde bile bunu içine atan, ailesi üzülmesin diye “güçlü” durmak zorunda hisseden, sorumluluk sahibi olan o kişi. Toplumsal kurallara uyar, duygularını bastırır. Çünkü o, “doğru olanın” bu olduğuna inanır.
Marianne Dashwood (Yani “Tutku”): Ortanca kardeş. Dünyayı şiirsel bir coşkuyla yaşayan, romantik, fevri ve duygularını asla saklamayan biri. Aşık olduğunda bunu tüm dünyaya haykırır, acı çektiğinde odasına kapanıp kendini harap eder. Onun için kuralların önemi yoktur; önemli olan tek şey kalbinin ne hissettiğidir.
Peki, Neden 200 Yıl Sonra Bile Bizi Bu Kadar İlgilendiriyor?
İşte burası benim için meselenin koptuğu yer. Jane Austen, o iğneleyici ve zeki kalemiyle sadece dönemin evlilik piyasasını veya kadınların para için nasıl sıkıştırıldığını eleştirmiyor; aynı zamanda bize bir ayna tutuyor.
Ben bu kitabı okurken kendi hayatımı gördüm.
Modern hayat bizden sürekli birer Elinor olmamızı istiyor. Faturaları ödemek zorundayız (Akıl). Kariyerimizde mantıklı adımlar atmalıyız (Akıl). İlişkilerde “red flag” (tehlike işareti) gördüğümüzde hemen uzaklaşmalıyız (Akıl). Toplum içinde ağlamamalı, “güçlü” görünmeliyiz (Akıl). Elinor’un sessiz acısını o kadar iyi anlıyorum ki… Bazen sırf düzen bozulmasın diye, sırf “aman şimdi kim uğraşacak” diye yutkunduğumuz anlar, hepimizin Elinor olduğu anlar değil mi?
Ama sonra Marianne var… Ah, Marianne! O, içimizdeki o ergen, o idealist taraf. Büyük aşkı bekleyen, bir şarkı duyduğunda ağlayan, “sıkıcı” ama iyi bir işe sırf tutkusu olmadığı için burun kıvıran yanımız. Marianne’ler olmasaydı, kimse hayalinin peşinden gitmez, kimse risk almaz, kimse “ölümüne sevmezdi.”
Kendi yaşam tarzıma baktığımda şunu fark ediyorum: Hayat beni hep Elinor olmaya zorladı. Ayaklarımın yere basması gerektiğini, sorumluluk almam gerektiğini öğretti. Ama ruhumu besleyen, beni sabah yataktan kaldıran şey hep Marianne’in o bitmek bilmeyen tutkusuydu. Bir projeye heyecanla başlamak, bir manzaraya karşı hayallere dalmak, sevdiğin işi yapmak için daha az paraya razı olmak… Bunlar hep tutkunun işi.
Jane Austen Taraf Tutuyor mu? Hayır, Dengeyi Gösteriyor.
Kitabın dehası da burada. Austen, “Mantıklı olun, kazanırsınız” demiyor. Ya da “Tutkularınızın peşinden gidin, mutluluk oradadır” da demiyor.
Tam tersine, her iki kardeşin de kendi yaklaşımlarının bedelini nasıl ödediğini gösteriyor:
- Elinor (Akıl), kendini o kadar kontrol ediyor ki, neredeyse mutluluğu ıskalayacak, sevdiği adamı kaybetme noktasına gelecek kadar ketum davranıyor.
- Marianne (Tutku), kendini o kadar duygularına kaptırıyor ki, Willoughby gibi parlak ama “toksik” bir adama kanıyor, kalbi kırılıyor ve bu acı onu neredeyse öldürüyor.
Kitabın sonunda olan şey ise bir “denge” mucizesi. Akıl (Elinor), biraz olsun duygularını göstermeyi, risk almayı öğreniyor. Tutku (Marianne) ise biraz olsun mantığını kullanmayı, sağduyunun ve gerçek sevginin (belki de daha sakin bir sevginin) değerini anlıyor.
Benim Çıkardığım Sonuç:
“Akıl ve Tutku” bana şunu hatırlattı: Biri olmadan diğeri eksik kalıyor.
Sadece mantıkla yaşanan bir hayat, güvenli ama renksiz bir odaya benziyor. Sadece tutkuyla yaşanan bir hayat ise her an devrilme tehlikesi olan, heyecanlı ama temelsiz bir yapı gibi.
Kendi hayatımda da bu dengeyi arıyorum. İşimi yaparken (Akıl) bir yandan da hobilerime, yazılarıma (Tutku) zaman ayırmaya çalışıyorum. İlişkilerimde hem güven ve saygıyı (Akıl) hem de heyecanı ve bağlılığı (Tutku) arıyorum.
Eğer siz de sık sık “Kalbimi mi dinlesem, mantığımı mı?” diye kendinizi sorgularken buluyorsanız, lütfen bu kitabı okuyun. Jane Austen, 200 yıl öncesinden size cevapları vermiyor belki ama doğru soruları sordurarak kendi dengenizi bulmanıza müthiş bir rehberlik ediyor.
Okuyun, hangi kardeşe daha yakın hissettiğinizi düşünün ve belki de ihtiyacınız olanın, diğer kardeşten alacağınız küçük bir ders olduğunu fark edin.
Keyifli okumalar!